Ege kıyılarındaki kentler ilkçağlarda hem uygarlık hem de ticaret açısından dünyanın en önemli merkezleri arasında yer almaktaydı. Bu kentlerin en gözde ürünleri bal, çeşitli keramik eşya, şarap ve zeytinyağıydı. Ege kentlerinin bu ürünleri Mısır ve Roma’da el üstünde tutulurdu. Bölgenin bu özelliği binlerce yıldan beri fazla bir değişikliğe uğramadan sürmektedir. Osmanlı döneminde bölgenin tarım ürünleri ve yeraltı kaynakları genellikle yabancı tüccarlar eliyle İzmir ve Ayvalık’tan yurtdışına satılırdı. Günümüzde bölgenin en önemli ihraç limanı İzmir’dedir.
Eskiden yalnızca kuru incir, kuru üzüm, pamuk ve tütün gibi tarım ürünlerinden oluşan ihraç malları sanayi ürünleriyle çeşitlenmiştir. Ülkenin ve bölgedeki merkezlerin gereksinimi olan malların bir bölümü de İzmir Limanı’ndan ithal edilir. Batı Ege’deki verimli ovalarda daha çok pamuk, tütün ekimi, bağcılık, narenciye üretimi ve seracılık yapılır. Türkiye’de en fazla pamuk üretimi burada yapılmakta, dokuma sanayisinde kullanılan en kaliteli pamuk burada üretilmektedir.
Türkiye’deki tütün üretiminin de yaklaşık yarısı Ege Bölgesi’nde gerçekleştirilir. Yurt içine ve dışına satılan kuru üzüm Gediz Vadisi’nde üretilen çekirdeksiz üzümden elde edilir. Büyük Menderes Vadisi’nin inciri, Edremit Körfezi kıyılarında yoğunlaşan zeytin ve zeytinyağı üretimi bölge ekonomisine büyük katkıda bulunur. Türkiye’deki zeytin ağaçlarının yarısından fazlası bu bölgededir. Üzüm üretiminin % 45’i, incir üretiminin ise beşte dördü bu bölgede gerçekleştirilir. Muğla yöresinde arıcılık yaygındır ve Türkiye’deki bal üretiminde bu il birinci sıradadır. Deniz ürünleri çok çeşitlidir: Ege Denizi’nin kuzey kesiminde avlanan barbun, tekir, kefal, kolyoz, levrek, mercan, orfoz, orkinos, çipura, papalina gibi balıklar ticari açıdan önem taşır.
Önemini yitiren süngercilik yerini kültür balıkçılığına bırakmıştır; havuzlarda alabalık, bazı koylardaki balık çiftliklerinde çipura ve levrek yetiştirilir. Sanayi etkinlikleri bakımından Marmara Bölgesi’nden sonra ikinci sırada yer alan Ege Bölgesi’nin batı kesimlerinde gıda, dokuma, makine ve yedek parça üretimi gibi sektörler bulunmaktadır. Ayvalık bölgedeki zeytinyağı üretiminde önemli bir yer tutar.
Batı Ege Bölgesi’ndeki madenciliğin geçmişi çok eskiye dayanır. İzmir, Aydın ve Muğla’da zımpara taşı, İzmir ve Aydın’da mermer yatakları vardır. Alaşehir, Karaburun ve Ödemiş’te cıva çıkartılır. İzmir Körfezi’ndeki Çamaltı Tuzlası Türkiye’nin başta gelen tuz üretim merkezidir. Ayrıca İzmir’de şifalı madensuyu kaynakları, Aydın ilinde de jeotermal kaynaklar vardır. Aliağa, Kemerköy, Yatağan, Demirköprü’de hidroelektrik santralleri, İzmir yakınlarında Aliağa’da bir petrol rafinesi bulunmaktadır
Batı Ege Bölgesi’nin yer şekillerine uygunluğu nedeniyle karayolları ulaşım ağı gelişmiştir. Türkiye’de ilk demiryolu İzmir- Aydın arasında yapılmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarsında batı Ege’de bir İngiliz şirketi tarafından yaptırılan bu demiryolu aracılığıyla yörede yetiştirilen pamuk ve tütün İzmir Limanı’na oradan da Avrupa’ya taşınırdı. Günümüzde halen kullanılmakta olan bu demiryolu hattı yöreyi Anadolu’nun diğer bölgelerine bağlayan demir yollarıyla ilişkilendirilmiştir.
G eçmişte çiftliklerde çalışan Afrika kökenlilerin topladıkları pamukları İzmir Limanı’na ulaştıran demiryolu, karayolları yapımı sonucunda bu yöredeki önemini yitirdi. 1930’lu yılların başında İzmir-Menemen ve Kemalpaşa-Karabel-Torbalı karayollarının yapımında siyah tenli yurttaşlar da işçi olarak çalıştılar. Günümüzde anne ya da baba tarafından Afrika kökenli olan ailelerin dikkate değer bir bölümü Torbalı çevresindeki köylerde yaşamakta ve tarımla uğraşmaktadır. Bu ailelerin bir kısmı ortaöğrenim çağındaki çocuklarını, yol masraflarını karşılayamadıkları için okula gönderemediklerini söylemektedir
Günümüzde İzmir ilindeki kent merkezlerinde yoğunlaşan görece ucuz kamu taşımacığının halen Torbalı çevresindeki kırsal alanlarda yaygınlık kazanamamış olmasının, köylerdeki Yörük, Boşnak ya da Afrika kökenli yoksul aile çocuklarının okula gidememesiyle ilgili olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Çocukluk ve Oyun
Çocuk denilince oyun, oyun denilince de çocukluk gelir aklımıza Her ne kadar oyun araç gereçleri yaşanılan tarihi dönem, coğrafya ve sahip olunan olanak ya da olanaksızlıklara bağlı olarak farklılık gösterse de, çocukluktaki oyunlar dil, din, ırk, etnik köken, toplumsal sınıf ayrımlarının belki de en az hissedildiği anları içinde barındırır. 1930’lu, 1940’lı yıllarda kentlerde saklambaç, köyl erde ırgıncak oynayan ve şimdilerde büyükanne ya da büyükbaba olan siyah tenli çocuklar şöyle anlatıyorlar o günleri: “İşte saklambaç oynardık… Özellikle kızlı erkekli büyük grup, o mahallede çıkmaz sokaklar vardı böyle. İzmir’in o eski tarafı çok ilginçti.
Böyle bir düzen yoktur, hani birbirine paralel yollar falan yok. Onun için köşe başları, küçük girintiler falan, saklanacak çok yer vardı ve çok güzel saklambaç oynardık. İşte ‘yağ satarım bal satarım’ oyunu vardı… E şimdi o tabloya baktığımızda, yani siyah çocuk, beyaz çocuk aynı tarafta, hep birlikte oynardık ve ben o duyguya hiç kapılmadım, yani ‘ben farklıyım bunlardan’ duygusuna. O zaman asla böyle bir şey olmadı. Şimdi biraz da şeyle ilgili bu, galiba bu [değişen] toplumla ilgili bir olay gibi geliyor bana…
”Z. Acarkan (67 yaşında/Balçova, İzmir)
“Çocukluk, irezilliğinne geçirdik, neyne geçiricez. Şimdi her yer bolluk, her yerde var. O günün beğrinde yiycek iççek yok, irezilliğinne vakit geçirdik, çocukluk devri, yaşı da böyle geçti. Oyun? Çocuk(luk)ta oyun oynarız
canım. Çocukluğumuzda sabahtan ağşama gadar göd gazma deriz, çelik deriz, yasır (esir) alma deriz, bunlarla vakid geçirdik çocukluğumuzda … Ya yasır alma. İşte iki parti olursun, partinin biri borda duru, biri orda duru, ordan seği alırsın, öteği senden onu çalar, ondan başgası çalar böylelikle. ‘Yasır alma’ budur.”
N. Erken (84 yaşında/Okçular köyü, Muğla)
“Bizim avlumuz çok geğiştir. Böle ırgıncak gurardık, göbeğine bi kömür gatardık, gıcır gıcııır binerdik. Dönerdik. Irgıncak; iki dene güzel bi değnek ediyon, bunun göbeğine. Biri buraya biniyo, çocuğun diğeri o yanna.
Birinin bu yannı kafası, birinin bu yanı kafası. Böle biniyon,dönüyosun. ‘Irgıncak’ diyoladı ona. Çelik çomak, ondan sonacazım. Sekelik oynardık. İşte öle öle (işten) geri zamanı geçirirdik. Evcik oynardık. E böyle annecim rahmetli gine izin verirlerdi. Güççük güççük göveçlerimiz varıdı, yemekler bişirirdik, evcikler bişirir ederdik, yemekler.”
E. Ayşe Karayavaş (81 yaşında/Torbalı, İzmir)
Okul Hayatı
Geçmişte Batı Ege’de kentte yaşayanlar ilkokula gidebilme, eğitim alabilme bakımından köyde ya da küçük bir yerleşim yerinde yaşayanlara göre daha fazla olanağa sahiptiler. İzmir Torbalı’nın Naime, Yeniçiftlik, Çırpı vb köylerinde yaşayan 70 yaş ve üstü kuşak, evlerine uzak olduğu için okula gidemediklerini anlattı. Benzer anlatılar Söke, Bafa, Milas ve Köyceğiz’in köylerindeki yaşam öykülerinde de vardı. Ayvalık’taki yaşlı kuşak ise ilkokula ve ortaokula Ayvalık’ta gidebildiklerini, ama lise eğitimi için İzmir ya da Balıkesir’de gittiklerini söylediler.
“Çok güzel bir okulumuz vardı. O zaman şimdiki Adliye Binası yoktu, orası bizim bahçemizdi. İki katlı bir okulumuz vardı, Cumhuriyet Okulu. Kapıdan giriyordunuz sınıflar, böyle ortası boş, böyle çepeçevre sınıflar vardı ve bir de ikinci katı vardı, hatırladığım kadarıyla çocukluğumdan… Ara ara sütunlar vardı tabii, koştururduk o sütunların arasında. [Rengimden dolayı] valla hiçbir zorluk yaşamadım. Çünkü o zaman Ayvalık küçük bir yerdi, herkes birbirini tanıyordu. E şimdi benim annem Singer [dikiş makinesi] öğretmenliği yapıyodu ve bir sürü öğrencisi vardı.Nakış işliyordu ve herkes tarafından tanınan bir insandı, onun için hiçbir sıkıntımız olmadı, yani renk olarak… Bizim zamanımızda sanat okulu[nun] nazari kısmı Cumhuriyet Okulu’na bitişikti. Bizim ameli (uygulama) kısmımız, atölyelerimiz de, [şimdi] Halk Eğitim’in olduğu yer, orası kiliseydi. [Okulun] marangozhanesi olsun, torna tesviye atölyesi olsun, demirhane olsun o kilisenin içinde idi. O kilisenin bahçesi vardı, aynı sütunlar olarak, arada boşlukları vardı böyle ve içi baya da büyüktü kilisenin. Biz ameli derslerimizi orda görürdük… O zamanki zihniyet fakir ve orta ailelerde ‘çocuğun bir an evvel bir mesleği olmasını’ hem kendi ayakları üzerinde durması hem de aileye katkıda bulunması için gerekli [görürdü], yani biz o yönden sanat okuluna yönlendirildik…
Sanat okulu bittikten sonra, ortaokul bittikten sonra İzmir Mithat Paşa Sanat Enstitüsü’ne gittim.”
E. Tagan (71 yaşında/Ayvalık, Balıkesir)
1960’lı ve 1970’li yıllarda Torbalı, Söke, Milas, Dalyan ve Ortaca köylerinde ilkokul, ilçe merkezlerinde ortaokul bulunduğu, lise için İzmir ya da Denizli’ye gidildiği anlatılarda yer almaktadır. Afrika kökenli yurttaşların yaşlı kuşağı arasında üniversite mezunu olanlar çok azdı ve bunlar da İzmir’de yaşayan varlıklı ailelerin çocuklarıydı.
“Benim üniversiteye girdiğim yıl ilk kez üniversite sınavları konmuştu. Şans bu ya! Ondan önce gidiyordun, istediğin bölüme kaydını yapıyordun ve başlıyordun. Benim işte üniversiteye gideceğim yıl ilk kez sınav kondu, ondan sonra da üniversite sınavları başladı. Ben sınava gittim önce, otobüsle gittim galiba. Babamın arkadaşı vardı İstanbul’da yaşayan, onlar beni karşıladılar. Eve geldik, onlarda kaldım işte bir süre, o arada sınava girdim. İşte sınav sonuçlarıydı, şuydu buydu, onları bekledim. İzmir’e tekrardan döndüm, sonra da artık üniversiteye başlamak için gittim. Çok zor oldu, ilk kez ailemden ayrılmanın getirdiği zorlukları ben çok yaşadım… Ama İstanbul insanı çok farklı, ağzından çıkanla beyninde olan birbirinden farklı, ta o zaman farkındaydım. İşte dersler başladı, benim ayağımda soket çoraplar pilili etek, hiç unutmam onu, ondan sonra kısa kollu kazaklarım vardı, bi de yakalıklarım vardı onları takardım. Ha, gördüğün vakit ilkokul öğrencisi mi acaba bu derdin, spor kıyafetlerle. Koridora bir girdim, üniversite bölüm koridoruna, tayyörlü, o zaman genç kızlar tayyör giyiyorlardı. Yani bir gençlik kıyafeti diye özel bir kıyafet yoktu, tayyörler yüksek topuklu ayakkabılar, böyle saçlar yapılı falan. Onların arasında çok çebiç kaldık tabii, kabul etmek lazım. O taşralı kız havası hemen göze batıyordu.” Z. Acarkan
Afrika kökenli gençlerden 20 yaş üstü olup da köylerde yaşayanların önemli bir kısmı Torbalı’daki liseye, ulaşım olanakları yeterli olmadığı için gidememiş; 20 yaş altındakiler ise günümüzde minibüs seferleri ya da okul servisleriyle gidebiliyorlar. 20’li yaşlardaki siyah tenli gençlerin diğer önemli bir sıkıntısı da İzmir, İstanbul ve Ankara dışındaki kentlerin üniversitelerine eğitim almak için gittiklerinde renkleri nedeniyle yadırganmalarıdır.
İş ve Meslekler
Günümüzde Batı Ege Bölgesi’ndeki en önemli ekonomik faaliyetlerden biri tarımdır. Kırsal alanda yaşayan 70 yaş üstündeki Afrika kökenlilerin çoğu ücretli tarım işçisi ya da kendi tarım arazisini işletiyor. Kentlerdeki eğitimli, sosyoekonomik durumları görece iyi olanlar genellikle öğretmen, hemşire, astsubay ve teknisyen. Bunun yanı sıra marangoz ya da balıkçı olanlar da var
1970’li yıllarda İzmir ilinde köylerden kent merkezlerine göç eden Afrika kökenli erkek ve kadınların çoğu Tariş gibi kuruluşların fabrikalarında işçi olarak çalışmış ve bugün emekli olmuşlardır. 1980’li ve 1990’lı yıllarda ise yağ, pamuk, dokuma, deri fabrikalarında ya da tarım alanında işçi olarak çalışanlar ağırlıktadır. Bugün yaşları 40-50 arasında olanların bir kısmı 1990’ların başında Batı Ege’de yeni filizlenmeye başlayan turizm sektöründe garson, şoför, barmen vb. olarak çalışmışlardır. 2000’li yıllarda Afrika kökenliler için temel istihdam alanları turizm ve özel güvenlik sektörü ya da organize sanayi sitesinde konuşlanmış mobilya, yedek parça üretimidir. Bunun yanı sıra lise mezunu Afrika kökenli gençlerin kasiyer, tezgahtar, satış temsilcisi olarak çalıştıkları bir diğer önemli alan da İzmir, Kuşadası, Marmaris gibi yerlerdeki büyük alışveriş merkezleri ile süpermarketlerdir. Güvenlik sektöründe çalışanlar renkleri nedeniyle işe alınırken zorluk çektiklerini, turizm alanında çalışanlar ise siyah tenlerinin yabancı turistlerin ilgisi nedeniyle avantaja dönüştüğünü belirttiler.
Kadın Erkek İlişkileri ve Evlilik
Proje kapsamında görüşülen 100 kişinin ya kendisi ya da aile ve yakın akrabalarından birisi beyaz tenli biriyle evlenmiştir. Evliliklerde ten rengi ya da etnik kökenden (Arnavut, Boşnak, Yörük, Selanik göçmeni vb.) çok, toplumsal sınıf konumu belirleyicidir. Birbirine yakın sosyoekonomik durumda olan ailelerin çocuklarının birbiriyle evlendiği söylenebilir.
Karışık evlilikler Batı Ege’nin hemen her yerleşim yerinde görülmektedir. Kırsal bölgelerde karışık evlilikler daha doğal karşılanmakta, buna karşılık kentlerde kısmen sorun yaşanmaktadır. Anlatılara dayanarak, “kız isteme” ritüellerinin hayli “renkli” olduğu söylenebilir. Evlilik süreçlerinin başında sıkıntı çektiğini söyleyen kesim; kentte yaşayan, görece yüksek eğitimli, meslek sahibi ve eşlerini kendi seçenlerden oluşmaktadır. Aileler arası ilişkiyi kurmanın ve aracılarla karşı tarafı ikna etmenin en önemli araçlarından birinin de “dini kimlik” olduğu söylenebilir.
Yaşam öykülerinde geçen aile kökeni anlatılarında, son beş kuşaktır Türkmen ya da Yörük, Boşnak, Arnavut ve Kürt kökenli olanlarla karışık evliliklerin yapılmış olduğu ve bunların önemli bir bölümünün kırsal alanda gerçekleştiği görüldü. Bunun yanı sıra 30 yaş altı, köylerde büyümüş siyah tenli kadınların pek çoğunun Sivas, Rize, Erzurum gibi Anadolu’nun farklı yörelerinden İzmir ya da Muğla’ya göç etmiş ailelerin oğullarıyla kaçarak evlendiği ve bunların birçoğunun da erkeğin ailesi tarafından kabul edilmediği ifade edildi.
“Bizim işte bu berber İbrahim’in karısı Fatma abla ve Gümür öğretmenin sayesinde işte bu kız istendi, yani benim eşim olan kız istendi. İşte biraz, evvela karşı [çıktılar], alkol aldığımız için biraz verimkâr değildiler. Ondan
sonra işte verdiler… İşte şimdi kayınbiraderin dediği gibi çorba, un çorbası ‘şila’ dedikleri Giritlilerin meşhur, ondan içtik. Yalnız onların evinde ben Arap aşını (farklı gördüm), yani kuzu etli, bi de patates vardı içinde. Bizde o ayrıydı işte, o yemekte o ayrıydı, biz patates koymuyorduk. Kaynanam sessiz bir kadındı, iyi bir kadındı Allah rahmet eylesin. Sona beraber yaşantımız oldu bi evde, hiç bi günden bi güne ağzından bi şey işitmedik zaten konuşmazdı çok… Annem ‘Arap’ babam beyaz. … Şimdi, yok. Arapla evlenen [Arap] yok … Şimdi benim gelinim beyaz, tamam. E damadım da beyaz sınıfından geçiyor, beyaz sınıfından geçiyo damadım. Ama Doğu kökenlidir, bilmem Kürt karası mıdır, Kürt beyazı mıdır. Onu bilmiyorum işte, yalnız gelinim başımın üstünde kendisi, beyaz; çocukları da beyaz. Belki evlenirse süt beyaz olacak, oğlumun oğlu evlenirse. Ama ilerde bakarsın biraz karanlık çıkabilir bir çocuğu… Çıkabilir, yani ‘esmer’ çıkabilir, tamam mı? Ona diyecekler ‘kökün nerden geliyor’ falan fıstık. Ee, o da diyecek ki ‘benim babam Araptı.’ Söyleyecek tabii… Ee şimdi, benim genlerim, annemlen babam, biri Trablusgarplı beyaz, biri Girit Resmo’dan Arap, izdivaç yaptılar, biz çıktık meydana…”
E. Y. Duman (72 yaşında/Ayvalık, Balıkesir)
Doğum ve Ölüm
Toplumsal yaşam doğumla başlar ve ölümle sona erer her birey için. Dünyayla tanışma ve veda etme biçimleri herkes için farklıdır. Bu biçimler insanın içine doğduğu tarihi dönem, coğrafya, sosyal, ekonomik ve siyasal koşullara göre değişir. Aynı ailenin farklı kuşakları arasında bile doğum ve ölüm karşısındaki tutumlar değişir. 1960’lı yıllarda köylerde ya da küçük yerleşim yerlerinde yaşayan kadınların tütün ya da pamuk toplarken ya da evlerinde doğum yaptıkları, 1990 yıllara gelindiğinde ise hastanede doğumun yaygınlaştığı bilinmektedir. Ten rengi, beyaz tenliler için olduğu kadar siyah tenliler için de bazen önemsenmiş ve bundan dolayı en çok da kadınlar üzülmüşlerdir.
“Şimdi ilk ablam doğduğu zaman babam, tabii o dönemde hastane falan yok ya, (annem) evde doğum yapıyor. Babam da o zaman işte çalışırken eve geldiğinde, işte haber veriyorlar, tabii telefon olmadığı için babam sonradan öğreniyor. Kundağı açıyor bakıyor ki işte bebek şey, beyaz, babamın ilk tepkisi; ‘o benim bebek değil’, yani niye ‘beyaz’! Tabii doğduktan belli bir müddet sonra zaten o kendi halini aldığı için de sonradan kabulleniyor… Yeğenim doğduğu zaman, benim yeğenim de melez, baba Kastamonulu, anne Dalamanlı. Hastanede her şeyi hazırladık, anneyi doğuma gönderdik ve daha doğumdan çıkmadığı halde tanıdık tanımadık herkes hastanedeydi. Tek soruları şu: ‘Çocuk nasıl çıkacak?’ Meraklarından hepsi hastanedeydi. … Tabii, çünkü baba beyaz anne siyah, yani o olduğu için çocuğu merak ediyorlar ‘nasıl doğacak?’ [diye].” M. Dinç (36 yaşında/Dalaman, Muğla)
“Gonun goğşun (konu komşun) yardımcı olurdu doğardın, Allah da izin verirdi. Şimdi doktor var, ayı günü gelmeden varıyor aldırıyorlar. E bizim günümüzde o yoktu. Çocuk günü bilmen, bildiğimiz gün, bildiğimiz zaman böyle olur giderdin, doğum olurdu. O zaman nerde ebe, köy ebesi yoktu.”
N. Erken
“Biz orda tütün gırardık yatılı, garnım şişip durur, Erdoğan’ı da orada doğurdum, Akköy’de. Evde ben bir Yaşar’ımı doğurdum… Doğurdum eve geldim, Erdoğan’ın göbeğini orada işçiler bağladılar, ameleler tütün gırımcı ameleler garan çardakta: ‘Gııı, ben doğuruyom onu gııı” dedim, ‘ne demek o’ dediler. ‘Ey, ben doğurucam baksana’ dedim ‘ha söyle hanımına.’ Hanım hemen goştu geldi‘evin içine, ‘bu ev senin olsun’ dedi. Geldiler iki dane gadın, gurtuldum orada. Erdoğan’a, ‘aa oğlan çocuğu, oğlan çocuğu, Kürtoğlu çıktı’ dediler, hemen göbeğini möbeğini bağlattı hanım, duzu muzu şöyle etti sardılar bardılar beni öylesine. Hemen hamur çorbası ediverdiler, bi hamur çorbası içtim…” R. Erenci (94 yaşında/ Bafa, Aydın)
Tıpkı doğum gibi ölüm karşısındaki tutumlar da, içinde bulunulan farklı toplumsal sınıfa, kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel davranış biçimlerine ve bunlara eklemlenen ‘çağdaş’ tavırlara göre biçimlenir. Ölüm öncesi ve sonrası pratikler yüz yüze ilişkilerin daha belirgin olduğu küçük yerleşim yerlerinde, büyük kentlere göre daha geniş bir zaman aralığına yayılır, daha kolektiftir. Günümüzde Batı Ege’deki Afrika kökenlilere özgü bir cenaze geleneğinden söz etmek güçtür. Farklı etnik grupların farklı dönemlerde yaşadığı ve kültürler arası geçişlerin çokça olduğu Batı Ege’de, bu çeşitliliği bir cenaze töreninde bir arada görmek mümkündür. Bütün bunlarla birlikte, Kuşaklararası farklılıklar dönemin olanak ya da olanaksızlıkları bağlamında şekillenmektedir.
“Yeri kazarsın, tahta götürürsün, cenazenin durumuna göre, orayı ölçersin tahtayı kesersin, … sıralarsın… Evde böyle iki dene ağaç olur, o ağaca böyle çelik bağlanır, onun üstüne [cenaze konur]. Onu aldık mı omuzumuza [doğru] gabirliğe. O günü öle bi görenek yok, şimdi görenek çok… O zaman hoca moca mı var be yeğenim! … O zaman hoca moca yok, hindi (şimdi) hoca çok… Okumaya geliyorlar, sonradan cenaze gömülürken [de] okuyorlar. O zaman hoca mı var, bi tek hoca var, altı cenazeye sebat edecek, emme hindi hoca çok, dört beş tene. O istediğine bak, hu filan yere gitti mi? Onu (diğerini) alır gelirsin. O zaman öyle değildi, hoca gıtlığı varıdı, emme şimdi çok, e olmazsa olmaz. Cenabı Allah gendisi afetsin, afedici kim? Allah. O ediyordur inşallah… Şimdi cenaze gitti mi, ev sahibi imkanlise [imkanı varsa)] yemek yapar, Dalyan’a börek yaptırır gelir, bunu hürmet yaparlar. Bu yeği (yeni) adet oldu, evvel yoktu bu… Yok, zatı o zaman goğşular (komşular) kendilerini doyuramayıp durur. İçerde aş yarıkene (yetmezken) dışarıdakine ekmek verilir mi? Bu her şey yeği adet oldu yani… Aşağı yokarı üç senenin içerisinde oldu, adet o zaman değişti, her yer acık (biraz) bolardı (refah arttı).” N. Erken
Aile, Akrabalık ve Komşuluk
“Geçmişteki akrabalık ve komşuluk daha iyiydi” olarak ifade edilen yaygın nostaljik söylem, anne ya da baba tarafından Afrika kökenli olan yaşlı kuşak için de geçerli. Göçle nüfusun artması, modern teknolojilerin sadece kentlerde değil köylerde de yaygın olarak kullanılması, kuşaklararası çocuk eğitimi ve aile içindeki sosyal hiyerarşinin değişmesi sadece aileyi değil, komşuluk ve akrabalık ilişkilerini de etkilemiştir. Geçmişte “çat kapı” ziyaretler yerini, telefonla arayarak, “uygunsanız size geleceğize” bırakmıştır. “Torunlarımı biliyorsunuz, görüyorsunuz, seviyoruz; bi tatlı geçimimiz var, geçinip gidiyoruz. Torunlarım da beni seviyor, ben de onları seviyorum… Ben kendim işteydim, annesi ilgileniyordu [çocuklarımla], annesi veriyordu onların cezalarını. Annesi ilgileniyordu, ben pek ilgilenemiyordum. İşim icabı zaten burada değildim, dışarıdaydım, gidip geliyordum…. Hiç kimse bir fikir almadı [bizden], hiç kimse, yani kendileri koydular çocukların ismini. Yalnız istiyordum ben, tabii kendimin çocuğu olunca Fatma koyduk, babamızın ismini koyduk. Sona benim eşimin anasının adı da Fatma’ydı. Benim annemin adı da Fatma’ydı, ‘Fatma’ deye koyduk. Oğlumun adını artık bize bıraktılar, babamın adını koydum, ‘Sait’ deye, tamam mı? Yani hiç bırakmadılar. Hani isim şeyinden hiç çelişkimiz yoktu, ama bunlar şimdi sosyeteye gaçtılar, Ecemler, Kubilaylar…” E. Y. Duman
Köylerde akrabalık ve komşuluk ilişkisinin halen kentlere göre daha güçlü olduğu açıktır, ama evlilikle başka yere taşınmış, bir anlamda ailesinden, akrabalarından ‘uzak düşmüş’ kişilerin aile
ve akrabalarıyla ilişkilerindeki sürekliliği sağlaması kendisinin ya da aile ve akrabalarının ekonomik durumuna bağlıdır.
Karışık evlilerde akrabalık ilişkilerin yönünü belirleyen unsurlardan biri de, beyaz tenlilerin siyahlara, siyah tenli olanların beyazlara ilişkin önyargılardır. Beyaz tenlilerle evlenmiş Afrika kökenli kadınlar, evliliklerinbaşlangıcında eşlerinin aile ve akrabaları tarafından yadırgandıklarını, bazen de aşağılayıcı sözlere maruz kaldıklarını ifade ettiler.
Toplumdaki Ritüeller ve İnanışlar
Batı Ege’deki Afrika kökenlilerin geçmişten bugüne taşıdıkları ve halen yaşattıkları, “Afrika kabilelerine” özgü dinsel kültürel pratiklerinden söz etmek hayli zor. Ama özellikle İzmir ve çevresinde yaşamış olan yaşlı kuşağın anlatımları, geçmişte ‘Dana Bayramı’ adı verilen bir tür baharı karşılama ritüelinin varlığını orta koyuyor. Bu anlatımları 19. yüzyıl sonunda İzmir’de çıkan yerel gazete haberleri de desteklemektedir.
Dana Bayramı, yalnızca İzmirli siyahlara özgü bir kültürel pratikti. Bayram üç cuma devam ederdi. İlk cumaya Dellal, ikinci cumaya Peştamal, üçüncü cumaya da Dana Bayramı denilirdi. Bu bayramları ‘Godya’ ya da ‘Gudye’ adı verilen, siyahların önde gelenleri yönetirdi. Bu kişiler siyahların cemaat liderleriydi.
Godyaların kimi kadın kimi de erkekti. Ama genellikle bu makamda ihtiyar kadınların olduğu görülmektedir. Godyaların sihirli güçleri olduğuna inanılıyordu. İzmir siyahları Godyaların sözünün dışına çıkmazlar, onlara sonuna kadar itaat ederler, büyük saygı gösterirlerdi. Godyalar çeşitli tütsüleme işlemleri yaparlardı. Bu tütsüleme işlemine ‘Arap Tütsüsü’ deniliyordu. Bu merasimde insanlar İzmir’de ‘Borulandı’, İstanbul’da ‘Babalandı’ denilen tütsüden geçiriliyorlardı. Borulanan kimselerin hiddet ve şiddet veya ansızın patlayan bir tepkiyle saralı gibi elleri titrer, gözleri döner, bir müddet acayip korkunç bir hal alırlardı. Bu hallerine ‘borusu’ ya da ‘babası tuttu’ deniliyordu. Godyalar geçimlerini tütsüleme esnasında kendilerine verilen bahşişlerle sağlarlardı. Bir kere tütsülenen siyah her yıl tütsülenmesini yenilemek zorundaydı. Godyaların bir işlevi de gerek törenler sırasında, gerek başka durumlarda cezbe tutulanı, yani kendinden geçeni, bu halinden dualar, efsunlar okuyarak kurtarmaktı. Siyahlara göre bunu ancak Godyalar yapabilirdi. Bu niteliğiyle Godyalara doğaüstü bir güç de verilmek istenmiştir. Bundan başka Godyaların, yılan ve zehirli böceklerin sokmalarına karşı ‘şerbet verme,’ yani bu hayvanların zehirlerini etkisizleştirme gücüne de sahip olduklarına inanılıyordu. Ayrıca Godyalar sosyal yaşamda önemli bir konuma sahiplerdi. Kimsesiz siyah çocukların Godyaların yanına bırakılması ve onun tarafından büyütülmesi bu düşünceyi güçlendirmektedir. Dana Bayramı tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanuna dayanılarak yasaklanmıştı, ama yaşam anlatılarına bakıldığında, bu ritüelin özellikle Torbalı çevresindeki köylerde 1950’lere kadar gizlice sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
*Tarih Vakfı’nın araştırmasından alınmıştır